Halk uluslaşırken zafere askeri alanda ulaşmakla kalmamış, bağımsızlığın ancak cumhuriyetle sürdürülebileceğinin, monarşi yönetiminde kalınması durumunda, işgalcinin, emperyalistin saldırılarına direnemeyecek bir monarkın, bağımsızlığı, özgürlüğü yeniden tehlikeye sokacağının bilincine ulaşmıştır.
	 
	Binlerce yıllık geçmişe dayanan tarihinde federasyon, konfederasyon, kurultay örgütlenmelerini güçlü kılmış olan Türkler, 1919 yılında başlatılan Kurtuluş Savaşını da Anadolu ve Rumeli Müdafaayı Hukuk Cemiyetine, bu bileşimi yaratan alt direniş örgütlerine, Amasya Bildirisine, Erzurum, Sivas Kongrelerine, Büyük Millet Meclisi’ne… dayandırmış, sonunda ise 29 Ekim 1923’te o görkemli Cumhuriyet’e ulaştırmıştır.
	 
	Kalkınmanın lokomotifi olan Cumhuriyet’le taçlandırılan Bağımsızlık Savaşı, tüm halkın eşsiz özverisiyle başarılmıştır. Söz konusu özverinin somut örneklerinden biri, şiirlere, destanlara, romanlara da konu olan “kağnılar”dır.
	 
	Türk Bağımsızlık Savaşının simgesine dönüşen kağnılar Kuvayı Milliyenin çıkardığı Tekalifi Milliye uygulamasının sonucunda çalışmaya başlamakla birlikte, ulusumuz bu zorlu işe gönülden katılmıştır. “Beş numaralı Tekalifi Milliye Emrine göre, hangi türde olursa olsun elinde taşıt aracı bulunanlar orduya ait mal ve malzemeyi ücretsiz olarak ve 100 kilometreyi geçmemek üzere taşımak zorundaydılar. At ve öküz arabası, kağnı, at, katır, eşek ve deveyle yapılan ulaşımın hızı ortalama olarak saatte beş kilometre dolayındaydı. Sürücüler genellikle hayvanların önünde veya yanında yürüdüklerinden, ulaşımın hızı normal bir hayvanın yürüyüş hızına denkti” (Alptekin Müderrisoğlu, “Kurtuluş Savaşı’nın Mali Kaynakları”, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi Yay., 2013, s. 371). 
	
		Yeryüzünde, “kağnı komutanlığı” bulunan bir başka Kurtuluş Savaşı var mı bilinmez. İşte o günlerde kağnılara komuta etmekle görevli Enver Behnan Şapolyo şöyle yazar: 
	
		 
	
		“…Bana bir milli görev verilmişti. O da kağnı komutanlığı idi. O acı ve yoksul günlerde ordumuzun geri hizmetleri üç türlü vasıtayla sağlanmaktaydı; deve kolları, katır kolları ve kağnı kolları… Çünkü o zamanlar ordumuzun elinde hiçbir motorize kuvvet yoktu. Cepheye silah ve yiyecek bu nakil kolları ile temin edilmekteydi. Katır kolları pek enteresandı. Katırların boyunlarındaki iri tunç çanlar çalar, bu gürültü içinde katırlar da yola düzülürler, onlar da cephane taşırlardı. Benim kolum kağnı kollarıydı. Kağnılar vilayet vilayet nöbete gelirler ve ödevlerini tamamladıktan sonra yurtlarına dönerlerdi. Kağnılar iki tekerlekli basit şekilde yapılmış yük arabasıydı. Bunları öküzler veya mandalar çekerlerdi. Kağnıların hep beraber çıkardıkları inilti tâ uzak yerlerden işitilirdi. Bana her seferinde kırk kağnı verilirdi. Kağnıcıların çoğu kadın olurdu. Çünkü delikanlılar cephedeydiler. Çok kere benim kağnıcılarımın otuzu kadın, sekizi çocuk, ikisi de altmış yaşından yukarı ak sakallı ihtiyarlar olurdu. Bize muhafız olarak da Müzaheret Bölüğü erlerinden silâhlı bir asker verilirdi. Bunlar hapishanelerden çıkarılıp vatan hizmetine verilmiş mahpuslardı…” (Enver Behnan Şapolyo, “Atatürk ve Üç Kılıç”, Türk Kültürü Dergisi, Kasım 1965, Sayı 7, s. 84’ten aktaran Alptekin Müderrisoğlu, 2013, s. 372-373)
	
		 
	
		Kadınların benzersiz özverisi Kurtuluş Savaşı’na damgasını vurmuştur. Cumhuriyet yapısının harcı kadınların emeğiyle karılmıştır. Örneğin şehit Şerife Bacının öyküsü yüreklere işler. Şerife Bacı 1921 yılının güçlüklerle dolu kış koşullarında sırtında çocuğu, önünde kağnısı ile İnebolu’dan Kastamonu’ya cephane taşırken, Kastamonu kışlası önüne kadar gelmiş, mermileri ve çocuğunu korumak uğruna donarak şehit olmuştur.
	
		 
	
		Birçok yabancı yazar da Türk Bağımsızlık Savaşında kadınların ve kağnıların işlevine yoğun ilgi göstermişler, hayranlıklarını açıklamışlardır. “Atatürk – Bir Milletin Yeniden Doğuşu” adlı önemli yapıtın yazarı Lord Kinross şunları anlatır: 
	
		 
	
		“Kadınların seferber edilmesi milli duygunun geliştirilmesinde büyük bir rol oynamış; asker, sivil herkesin topyekûn gayret göstermesi ihtiyacını iyice belirtmişti. Sivas, Erzurum, Diyarbakır ve Trabzon gibi dağınık merkezlerden toplanan silahlar, saman yığınlarının altına yüklenerek kağnılarla taşınıyordu. Şalvarlı, dolaklı köylü kadınları ta Sümerler zamanındaki gibi, gıcırtılı sesler çıkaran kağnılarını sürerek saatte ancak beş kilometre hızla, dağ tepe demeden yüzlerce kilometrelik yolları aşıyor, cepheye doğru ilerliyorlardı. Çoğu, emzikteki çocuklarını, sıkıca sırtlarına bağlamışlardı. Top mermilerini, halat kulplu cephane sandıklarını kucaklarında taşıyarak arabalara yükleyip indiriyor, iki omuzlarına birer gülle yüklüyor, çok kez tapaları bozulmasın ya da ıslanmasın diye, çocuklarını açıkta bırakmayı bile göze alarak, üzerlerini örtüyle kapatıyorlardı. Tekerleklerin kırılıp kağnının yolda kaldığı da oluyordu. O zaman kadınlar, içindekileri sırtlarına yüklenir ve kilometrelerce taşırlardı. Evlerinde kalanlar at, hayvan ve araçlara el konmuş olmasına bakmadan, çapa çapalıyor, tohum ekiyor, ekin biçiyor, orduya yiyecek yetiştiriyorlardı” (Lord Kinross, “Atatürk - Bir Milletin Yeniden Doğuşu”, Çev. Necdet Sander, Altın Kitaplar Yay., 2018). 
	
		 
	
		Yine Amerikalı Yazar Ann Bridge “The Dark Moment” (Karanlık An) adlı kitabında İnebolu – Ankara yolculuğunu canlandırabilmek için, İnebolu’dan Ankara’ya kadar olan tarihi yolda, o günlerden bir taşıt aracıyla ve Kurtuluş Savaşında konaklanan yerlerde konaklayarak yolculuk yapar. 
	
		 
	
		Ayazın altında bebesini, kendi canını değil kurtuluşun mermisini düşünen bir ulus tutsak yaşayamaz. Hiçbir güç o halkı bağımsızlığından yoksun bırakamaz. Ve o ulusa, Türk ulusuna en yakışan yönetim, kağnılarla mermi taşıyarak kurduğu Cumhuriyet’tir. 
	Sözü şiire, Usta Ozan Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın olağanüstü güzellikteki “Mustafa Kemal’in Kağnısı” şiirine bırakalım:
 
                
                
                    
                        
	Yediyordu Elif kağnısını
	Kara geceden geceden
	Sanki elif elif uzuyordu inceliyordu
	Uzak cephelerin acısıydı gıcırtılar
	İnliyordu dağın ardı yasla
	Herbir heceden heceden
	Mustafa Kemal´in kağnısı derdi kağnısına
	Mermi taşırdı öteye, dağ taş aşardı
	Çabuk giderdi, çok götürürdü Elifcik
	Nam salmıştı asker içinde
	Bu kez herkesten evvel almıştı yükünü
	Doğrulmuştu yola, önceden önceden
	Öküzleriyle kardeş gibiydi Elif,
	Yemezdi, içmezdi, yemeden içmeden onlar
	Kocabaş çok ihtiyardı çok zayıftı
	Mahzundu bütün bütün Sarıkız, yanısıra
	Gecenin ulu ağırlığına karşı,
	Hafiftiler, inceden inceden
	İriydi Elif kuvvetliydi kağnı başında
	Elma elmaydı yanakları, üzüm üzümdü gözleri
	Kınalı ellerinden rüzgar geçerdi daim
	Toprak gülümserdi çarıklı ayaklarına
	Alını yeşilini kapmıştı, geçirmişti
	Niceden niceden
	Durdu birdenbire Kocabaş, ova bayır durdu.
	Nazar mı değdi göklerden, ne?
	Dah etti, yok. Dahha! dedi, gitmez.
	Ta gerilerden başka kağnılar yetişti geçti gıcır gıcır
	Nasıl durur Mustafa Kemal´in kağnısı
	Kahroldu Elifcik, düşünceden düşünceden
	Aman Kocabaş, ayağını öpeyim Kocabaş,
	Vur beni, öldür beni, koma yollarda beni.
	Geçer, götürür ana çocuk mermisini askerciğin
	Koma yollarda beni, kulun köpeğin olayım
	Bak hele üzerimden ses seda uzaklaşır
	Düşerim gerilere iyceden iyceden
	Kocabaş yığıldı çamura
	Büyüdü gözleri büyüdü, yürek kadar
	Örtüldü gözleri örtüldü hep
	Kalır mı Mustafa Kemal´in kağnısı bacım
	Kocabaşın yerine koştu kendini Elifcik
	Yürüdü düşman üstüne yüceden yüceden.